kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; kelime-i vahid hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım âyatı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve ayetleri muvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki; namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor: لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ ilerisine de hâfız değilim.” Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.
İkinci Mukaddime
Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir. Âlemde meylü’l-istikmal vardır. (Haşiye) Onun ile hilkat-ı âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuddur. Bu meyl ise telâhuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telâhuk-u efkâr ise; tekemmül-ü mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebadi ise; fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve