en kısasını ihtiyar edecektir. Demek hissiyat-ı ammeyi tefhim ve irşad için, bir derece ihtiram edecektir. Demek delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve akıllarına me’nus ola... Yoksa delil, müddeadan daha hafi olmuş olur. Bu ise, tarik-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’caza muhaliftir. Meselâ, eğer Kur’an dese idi: Yâ eyyühennâs!.. Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni-i âlemin azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni-i kâinatın her şeye kadir olduğunu tasdik edesiniz.
Acaba o hâlde; delil müddeadan daha hafi ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefs gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi? Halbuki i’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; onun safi ve parlak damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan âyat-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikiye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyatı –kinayede olduğu gibi– maksada menar etmiştir.
Hem de usul-u mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i beyanda “maani-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya raci değildirler. Ancak “maani-i sanevî” ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse;