merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise; müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vabestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddime olabilir.
Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâni’in azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam ise; hiss-i zâhir veya galât-ı hissin sebebiyle hilâflarını zarurî bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalâta veya mahsus olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.
Tenbih: Şu gibi meseleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zâhir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galâtı bizim “ma nahnü fih”imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasıl ki şeriat-ı garra öyle yapmıştır.
Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki: Sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafi ve mübayin tevehhüm edesin?