İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-ı imaniyeyi isbat eden her bir risalenin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’an’a hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i ilâhî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Baki-i Zülcelâlin bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mâl-i saliha gibi neticeleri; bu fani hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılâb etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevinin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ “Onun bekası bize yeter.” dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i turabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem gayet kat’i bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki; fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka, Baki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış, ayinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet