bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti; perdeyi açtı; hakikat-ı hâlin yüzünü gösterdi: “Bak!” dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki; ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel, terhis tezkeresidir; bir tebdil-i mekândır; bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmana girmeğe bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım. Sonra, zeval ve fenâya baktım. Gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmekdir. Ve esma-i hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelândır. Ve Cemal-i rububiyetin hikmetdarane bir tezahüratıdır. Ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir ayinedarlığıdır, yakînen bildim.
Sonra, altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranîdir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki, zaman-ı istikbale inkılâb edip binler mecalis-i münevvere ve mecma-i ahbab, binler menazır-ı nuraniye gördüm. Ve hakeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakiki yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.
Bu Üçüncü Meyveye ait bu zevkimi ve hissimi “Siracü’n-Nur”un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a olan “İhtiyarlar Risalesi” nin onüç aded Ricalarında o derece kat’i ve güzel izah edilmiştir ki daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.