böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu; ve hadsiz hafızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini; ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını; ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada ayinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurane terhis manasında bir zâhirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer; yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm: “Oh, elhamdülillah!” dedim.
Evet, kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor. Çünkü, böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eğer bulunsa, o hakikatlı cemal, hakikatsız, asılsız, vâhî ve vehmî olur. Demek şirkin hakikatı yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümtenidir. Bu mezkûr hissî olan hakikat-ı imaniye, tafsilâtla ve kat’i bürhanlar ile “Siracü’n-Nur”un müteaddit risalelerinde beyan edildiğinden burada bu kısaca işaretle iktifa ederiz.
ÜÇÜNCÜ MEYVE
Zîşuura, bilhassa insana bakar. Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlik-ı âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvî maksatları tevhid ile