gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemalâta meftun ve güzelliklere müptelâ ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fenâ ve zeval nereden gelip, bu biçarelere musallât olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda birden Nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti; o karanlıkları aydınlattı; benim bütün “ah!” ve “of!”larımı ve ağlamalarımı sürurlara ve yazık demelerimi maşaallah, barekâllah’lara çevirdi:
الحمد لله على نور الايمان dedirtti. Çünkü, sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki: Her bir mahlûk, hususan her bir zîhayatın sırr-ı tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumî faideleri vardır. Ezcümle:
Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, ilâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalâa ederler. Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin sanatını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder. Hem kendi sanatını kendisi temaşa etmek ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmasının güzelliklerini ayineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı ilâhiyeye (Yirmi Dördüncü Mektubda beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır. Ve