Bir zaman bir sultan varmış. Onun çok hazineleri varmış. O hazinelerde her çeşit cevahir bulunurmuş. Hem o sultanın gizli mühim kenzleri (hazineleri) varmış. Hem sanayi-i garibede mehareti, hem hesabsız fünun-u acibeye marifeti ve ihatası, hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki bir meşher açsın; enzar-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, san'atının hârikalarını, marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ kendi cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Biri: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla baksın. Diğeri: Başkaların nazarlarıyla baksın.
İşte bu hikmete binaen, gayet cesîm ve gayet geniş bir kasrı yapmağa başladı. O kasrı öyle şâhane bir surette dairelere ve menzillere taksim etti. Ve o menzilleri hazinelerinin enva'-ı murassaatıyla tezyin etti. Ve san'atının en latif, en güzel eserleriyle süslendirdi. Ve fünun-u hikmetinin en dakikleriyle tanzim ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle tersim ve tekmil etti.