İşte dağ ve sahradan gide gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil oldu. Birden müdhiş bir sadâ işitti. Baktı ki; dehşetli bir arslan meşelikten çıkıp, kendisine hücum etti. O da kaçıp, altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. Havfından kendini içine attı. Yarısına kadar inmekle kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca rastgeldi. O ağacı tuttu. Gördü ki: O ağacın iki kökü var. Biri siyah renkte, diğeri beyaz renkte iki fare, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarı baktı, arslan kuyunun başında nöbetçi gibi bekliyor. Aşağıya baktı, dehşetli bir ejderha kuyunun içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıda ayağının yakınına kadar gelmiş. Ağzının genişliği ise bi'rin yani kuyunun ağzına benzer. Kuyunun duvarına bakar. Isırıcı, muzır haşerat etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki, incir ağacıdır. Lâkin hârikadan olarak, cevizden nara kadar çok muhtelif ağaçların meyveleri ve yemişleri var. Sû'-i fehminden ve sû'-i tali'inden bu dehşetli hâlâtın âdi ve kendi kendine olmuş bir şey olmadığını anlamadı. Ve bu ince iş içinde iş olduğuna intikal etmedi. Kalb ve ruhu ve akıl ve letaifi bu elîm ve dehşetli vaziyetten feryad u figan ederken, nefs-i emmaresi tegafül ile tecahül etti. Kalb ve ruhun âh u enîn ve fîzârından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak bir bostanda bulunuyor gibi o meyveleri yemeğe başladı. Fakat o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.