İkinci Vecih budur ki:
Manalar kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler. Suretleri, hayalde giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri dokur. Ehemmiyet verdiği şeylerin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse, ona giydirir. Ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur fakat temas vardır. Vesveseli adam teması telebbüsle iltibas eder, "Eyvah" der. "Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu hısset-i nefis beni matrud eder."
Bu yaranın merhemi ise, ey bîçare! Bak, nasılki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez. Öyle de, maânî-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ: Sen, âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz veya bir iştiha veya bevl gibi müheyyiç bir hal şiddetle senin hissine dokunur. Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hacet levazımatını görecek ve onlara münasib süflî suretleri nescedecek. O süflî suretlerin ortalarından geçecek olan maânî-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var. Yalnız hata, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.