7. Kâinatın telifinde öyle bir i’caz var ki, bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak, muktedir birer fail-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek, سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ diyeceklerdir.
8. Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş; vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin, mülk cihetinde, esbab dest-i kudrete perde olmuştur; izzet ve âzamet öyle ister; tâ, nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umur-u hasise ile mübaşir görülmesin.
9. Mahall-i taallûk-u kudret olan her şeydeki melekûtiyet ciheti, şeffaftır, nezihdir.
10. Âlem-i şehadet, avalimü’l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir.
11. Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bahusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nazır birer gözü vardır.
12. Meşhurdur ki, hilâl-i ıyde bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin ederek “Hilâli gördüm” dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, fâil-i teşkil-i enva nerede?
13. Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kabildir, fail değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.