kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi; kuvve-i maneviyeyi, ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
Eğer bir muannid tarafından denilse: “Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh, bu umum mecazî manaları irade etmemiş.”
Biz de deriz ki: Faraza, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh irade etmezse, fakat kelâmı delâlet eder ve karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar hakdır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh’ın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelûtiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh’ın üstadı olan Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâmın küllî teveccühü ve üstadının Üstâd-ı Zülcelâlinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır. Bu hususta kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatımın bir sebebi şudur ki: Müşkilât-ı azime içinde, el-Ayetü’l-Kübra’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şua’ı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi hâletlerimde, inayet-i ilâhiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitde –hiç hatırıma gelmediği halde– birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki; bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i ilâhiye gibi, Rabb-ı Rahîmin bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsız olmaz.
Said Nursî