düşünmek, şiddetle iltizam etmek; nefs-i emmarenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu hâlin aksidir. Yani, nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
Üçüncü Hatvede:
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi; nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi: قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur ki; kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrde bilmektir.
Dördüncü Hatvede: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ dersini verdiği gibi; nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mâbuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şudur ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmasına ayinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vaciddir, mevcuddur. Şu