için, zevksiz, resmî bir şey telâkki edip ona karşı lâkayd kalır. Git gide, şeriatı zâhirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. “Ben onu buldum; o bana yeter” der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
Dördüncü Nükte: Ehl-i dalâlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizal’de en mutaassıp bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u ilâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirazatı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlik olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’al meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavanin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merdutturlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizal’in Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, sünnet-i seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatın muhalefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, hâline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayd kalır.