meratib-i velâyette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki; ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı ilâhiyeye teveccühü hengâmında mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir ayine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken, bazen o zatı, o zat hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zatîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
Üçüncü Nokta: Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve ahirettedir. Buradaki a’mâl, berzahta ve ahirette meyve verir. Madem hakikat budur; a’mâl-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünkü, Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla baki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Baki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.
İşte bu sırra binaen, ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillâhi alâ külli hâl” 1 diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifât-ı ilâhî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve