İşte bu hâle giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulü’d-din ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakr’dan başka nefsin eline vermemektir. Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefsten neşet ediyor. Çünkü muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki: Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “kelâmullah” tahayyül edip, ayet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nasın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melâikenin ilhamatından tâ havass-ı kerrubiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı rabbanî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı rabbanîdir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “ayet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı ayinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de, o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı ilâhî olan Kur’an güneşinin ayetlerine nisbeti o derecededir. Evet, her bir ayinede görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin ayinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!