dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilâlât-ı dahiliyeye sebeb olmuş.
Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avamın tahassüngâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile havassı, avâmın üstünde müstebid yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor, سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ ۞ خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ diyor.
Hem Kur’an-ı Hakîm lisanıyla اَفَلَا تَعْقِلُونَ ۞ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ۞ اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.
Hakikî Hristiyanlık değil, belki şimdiki Hristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:
İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları ıskat ediyor, enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat’ ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havasdan bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terk etmeye mecbur olur. Enaniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.