Evet, ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i’caz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’caz bir olmadığı gibi, muhtelif meşaribe göre cemail-i i’cazın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlü’d-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’caz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’caz bir değil ve hakeza... Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebakisi icmalen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mucizat-ı Ahmediye risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.
Birinci tabaka: “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmi avam, yalnız kulak ile Kur’an’ı dinler, kulak vasıtasıyla i’cazını anlar. Yani, der: “Bu işittiğim Kur’an, başka kitablara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise, kimse diyemez ve dememiş; şeytan dahi diyemez. Öyle ise umumun fevkindedir.”
İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşarette yazılmıştı. Sonra, onu izah için Yirmi Altıncı Mektubun “Hüccetü’l-Kur’an alâ Hizbi’ş-Şeytan” namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i’cazdaki fehmini tasvir ve isbat eder.
İkinci tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına karşı, Kur’an’ın gözle görünecek bir işaret-i i’caziyesi bulunduğu, On Sekizinci İşarette dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve isbat etmek için çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î birkaç cüz’iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi. Şimdi, o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için, kırk vücuh-u i’cazdan, göz ile görülen bir vechini, bir Kur’an’ı yazdırdık ki o yüzü göstersin.