hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’atten olan Vehhabiler, hariçten medar-ı istinad aramayarak filcümle nim-müstakil bir siyaset-i İslâmiye takib ettiklerinden şu cihette haklı olarak o gibi ehl-i sünnete galebe ettiler denilebilir.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Esbab tahtında vücuda gelen hadiseler, o esbabın halis malı değil. Belki asıl o hadisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i ilâhiye ile hükmeder. Öyle ise, bu Vehhabi hadisesine yalnız Vehhabilerin ehl-i sünnete karşı müfritane bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki ehl-i sünnet bir sû-i hareketiyle kadere fetva vermiş ki, Vehhabileri ehl-i sünnete taslit etmiş. Vehhabiler zulmeder. Çünkü, hem çok müfritane hem intikamkârane, hem Haricilik namına ettikleri için cinayet ediyorlar. Fakat kader-i ilahî, üç sebebe binaen adalet eder:
Birincisi: Hadis-i sahih ile sabit olan ziyaret-i kubur (1) ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimal edildi, gayr-i meşru hadiseler zuhura geldi. Hususan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mana-yı harfî cihetiyle kalmadı, mana-yı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve manevî duasına mazhar olmak için olan meşru hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, amiyane, cahilane takdis edildi. Hatta o dereceye varmış ki; namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip ona yalvarıyordu. İşte bu müfritane hâl kadere fetva verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat o muharrib dahi, onları tadil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip, köküyle kesmeğe başladı. Elbette اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.