muhterem misafirine tabla gönderir. Öyle de, Kur’an-ı Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun; Kur’an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’an’ın âli elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne değil, belki müftehirane ve müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları o biçare hizmetkâra velâyet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar, elbette hakikat-i Kur’aniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmekârını mahcup etmemek için, hazine-i hassa-i ilâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek feyizdar etsin.
İkinci Nokta: İmam-ı Rabbanî ve müceddid-i elf-i sâni Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.” Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlub olan neticeleri verebilirler.
Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî radıyallahu anh’ın Fütûhu’l-Gayb namındaki kitabıyla tefeül etti. Tefeülde şu çıktı: