Düşman istersen nefs yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safayı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.
Yedinci meselenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:
Bir iki gün evvel bir hâfız, Sûre-i Yusuf’tan bir aşir, tâ
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ ’e kadar okudu. Birden âni bir surette bir nükte kalbe geldi. Kur’an’a ve imana ait her şey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir. Öyle ise, “Şu küçük bir nüktedir; şu izaha ve ehemmiyete değmez” denilmez. Elbette şu çeşit mesâilde en birinci talebe ve muhatap olan ve nüket-i Kur’aniyeyi takdir eden İbrahim Hulûsi, o nükteyi işitmek ister. Öyle ise dinle:
En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsenü’l-kasas olan kıssa-i Yusuf aleyhisselâmın hatimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ ayetinin ulvî ve lâtif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların ahirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu ayet, kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki, aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor