temeyyüzleri delâlet eder ki, onların Sâni-i Vâhidi, fâil-i muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz, kasd ve irade ile işler.
Madem ilm-i ilâhîye ve irade-i rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuûnatı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım feylesofların irade-i ilâhiyeyi nefy ve bir kısım ehl-i bid’atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin, cüz’iyata adem-i ıttılâını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzib eden hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.
İşte, meşiet-i ilâhiye ile vücuda gelen işlerde, “inşaallah, inşaallah” yerinde, bilerek “tabiî, tabiî” demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et.
ONUNCU KELİME: وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ Yani, hiçbir şey Ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var; o eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki,
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا … الخ sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasıl ki gayet mahir bir sanatkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sürat ve mahareti ifade için denilir ki, “O iş ve sanat, ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, sanatlar vücuda geliyor.” Öyle de Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ