ilân ederler ki, “Biz bir Rahmân-ı Zülcemâlin ve bir Rahîm-i Zülkemâlin muciznüma hediyeleriyiz, hayretnüma ihsanlarıyız.”
İşte, bağistan-ı kâinattaki ecram ve mevcudat ve küre-i arz bahçesindeki nebatat ve hayvanat ve eşcar ve nebatatın başlarındaki ezhar ve semerat, nihayet derecede yüksek bir sada ile şehadet eder, ilân eder, derler ki:
Bizim Hâlikımız ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, Hakîm-i Bîmisâl, Kerîm-i Pürneval her şeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Hiçbir şey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler, yıldızlar birdir. Küllî, cüz’î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattır. Küçük, büyük kadar sanatlıdır; belki, sanatça, küçük büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti olan vukuat şehadet eder ki, o Kadîr-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zat-ı Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, ahireti de yapar. Evet, Mâbud-u bi’l-Hak yalnız o Kadîr-i Zülcelâl olduğu gibi, Mahmûd-u bi’l-Itlak yine yalnız Odur. İbadet Ona mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi Ona hastır.
Hiç mümkün müdür ki, semavat ve arzı halkeden bir Sâni-i Hakîm, semavat ve arzın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalbetsin! Hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, hakîm, alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği halde, o ağacın gayesi, faidesi olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun! Elbette