İkincisi: Tarik-ı Nakşî hakkında denilen:
دَرْ طَرِيقِ نَقْشَبَنْدِي لٰازِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ
تَرْكِ دُنْيَا , تَرْكِ عُقْبٰى , تَرْكِ هَسْتِى , تَرْكِ تَرْكْ
olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hâtıra ile beraber, birden şu fıkra tulu etti:
دَرْ طَرِيقِ عَجْزَ مَنْدِى لٰازِمْ آمَدْ چَارْ چِيزْ
فَقْرِ مُطْلَقْ , عَجْزِ مُطْلَقْ , شُكْرِ مُطْلَقْ , شَوْقِ مُطْلَقْ , أَيْ عَزِيزْ
Sonra, senin yazdığın, “Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, ilâ âhir...” olan rengîn ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündeki yıldızlara baktım, “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim” dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken, yine başladım. Fakat nazm ve şiir yapamadım. Nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim varisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte birden hatıra gelen şu:
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şîrînine,
Nâme-i nûrîni, hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,