kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azim olan; “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine muknî, makbul cevap verir.
DÖRDÜNCÜ REŞHA: Bak, öyle bir ziya-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebî, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevi’l-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.
Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i sâmite, birer munis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekva edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zakir veya vazife paydosundan şakir suretine girdi.
BEŞİNCİ REŞHA: Hem o nur ile kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât, tegayyürat, manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı rabbaniye, birer sahife-i ayat-ı tekviniye, birer meraya-i esma-i ilâhiye ve âlem dahi birer kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.
Hem insanı bütün hayvanatın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr,