ve sair Sahih-i Tirmizî, Nesaî ve Ebu Davud ve Müstedrekü’l-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitablarda an’anesiyle beyan edilmiştir.
Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zat-ı kudsîde öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hâl ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlik-ı âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise tek başıyla bir mucize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zat-ı mübarek, öyle bir Zatın memuru ve şakirdidir ki, her şey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün enva-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde her şey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.
Hem, nakl-i sahih ile Hazret-i Hâlid'i, harb için Dûmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit ferman etmiş ki:
اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصٖيدُ الْبَقَرَ diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edeceğini ihbar etmiş. Hazret-i Hâlid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.
Hem, nakl-i sahih ile Kureyş, benî-Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Kâbe’nin sakfına astıkları sahife hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sahifedeki esma-i ilâhiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sahifeye bakmışlar; aynen öyle olmuş. 1