İşte, saltanat-ı ulûhiyet, Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallâk, Fa’âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakiki olarak iktiza ediyor. O hakiki esma dahi, hakiki ayineleri iktiza ediyorlar. Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki ayineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin ayinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.
İşte, sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve eimme-i ehl-i beyt, حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ derler ki, Cenâb-ı Hakkın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud, çendan Vacibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zaif ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.
İkinci temsil: Meselâ, şu menzilin dört duvarında dört tane endam ayinesi bulunsa, her bir ayine içinde her ne kadar o menzil öteki üç ayineyle beraber irtisam ediyor; fakat her bir ayine kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misâlî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi bir tek ayineye