Bu ise iradesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i ihtiyar içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanatlar, cilve-milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtib onun içinde olamaz, onunla ittihad edemez. Belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla teması var. Öyle ise o kâinat denilen misâlî tavusun harikulâde ziynetleri o tavus hâlikının yaldızlı bir mektubudur.
İşte o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, kâtibine مَا شَآءَ اللّٰهُ تَبَارَكَاللّٰهُ سُبْحَانَ اللّٰهِ de. Mektubu kâtib zanneden veya kâtibi mektub içinde tahayyül eden elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakiki suretini görmemiş.
Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti aşk-ı dünyadır. Mecazi olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiyeye inkılâb ettiği zaman vahdetü’l-vücuda inkılâb eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbubu muhabbet-i mecazi ile seven, sonra zeval ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için, “Mabud ve mahbub-u hakikinin bir ayine-i cemalidir” diye kendini teselli eder, bir hakikata yapışır. Öyle de koca dünyayı ve kâinatı heyet-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe, daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise Muhyiddin-i Arab’ın emsali gibi zatlara zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara, maddiyata girmek, esbapta boğulmak ihtimali var.
Vahdetü’ş şühud ise o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.
اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
***