Demek, bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır ve perdelenir. Zat-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat (a.s.m.), bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.
İşte bu nokta-i nazardan, zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.
Üçüncüsü: Bu kâinatın Hâlikı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan; o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan zat-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) o nev’ namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatap eden o Zat-ı Ferd-i Zülcelâl, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.
İşte, bu üç nokta gibi çok noktalar var, kat’î bir surette isbat ederler ki, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (a.s.m.), kâinatın manevi bir güneşi olduğu gibi; bu kâinat denilen Kur’an-ı kebîrin ayet-i kübrası ve o Furkan-ı âzamın ism-i âzamı ve ism-i Ferdin cilve-i âzamının bir ayinesidir. Kâinatın umum zerratının, umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün aşirelerine darb edilip, hasıl-ı darb adedince o zat-ı Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, o Zat-ı Ferd-i Ehad-i Samedden niyaz ediyoruz.