nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billâhtan verdi. Ve şöyle ihtar etti ki: “Senin Hâlikın olan şu memleketin Malik-i Hakikisinin emrine her şey musahhardır. Her şeyin dizgini Onun elindedir. Ona intisabın yeter.”
O Hâlikıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler düşmanlıklarını terk ettiler, ağlattıran hazin hâller beni neşelendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat’î bürhanlarla da isbat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’ahiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki, değil küçücük ve muvakkat, kısa dünyevî ahbablara karşı arzu ve rabıtalarıma, belki ebedü’l-âbadda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünkü bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında had ve hesaba gelmez, sanatlı, şirin nimetlerini her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, meskeni ebedîlerinde sekiz daimî Cenneti hadsiz bir zamanda hadsiz enva-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanü’r-Rahîmin rahmetine iman ile istinad edip intisabını bilen, elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere medet verip idame eder.
Hem o ayetin hakikatiyle, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki, o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı. Çünkü bu medresem ve bu şehirde talebe ve dostlarımın arkalarında kalıp ağlamak vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki, “Ahbabın gittikleri âlem karanlıklı değil. Yalnız yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz” diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi. Ve dünyada onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti.