Birinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى dedim; dünya ve dünyadaki Abdurrahman gibi hadsiz alâkadar olduğum ahbabların zevalinden ve rabıtaların kopmasından neş’et eden hadsiz manevî yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inde bir tedavi başladı. İkinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlesi, bütün o hadsiz manevî yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yani, “Sen bakisin. Giden gitsin, sen yetersin. Madem Sen bakisin; zeval bulan her şeye bedel bir cilve-i rahmetin kâfidir. Madem Sen varsın; Senin varlığına iman ile intisabını bilen ve sırr-ı İslâmiyetle o intisaba göre hareket eden insana her şey var. Fenâ ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir, ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir” diye düşünüp, tamamıyla o hırkatli, firkatli, hazin, elîm, karanlıklı, dehşetli hâlet-i ruhaniye, sürurlu, neşeli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir hâlete inkılâb etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hâl ile bütün zerrat-ı vücudum, “Elhamdülillah” dediler.
İşte, o cilve-i rahmetin binden bir cüz’ü şudur ki: Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o hüzünengiz hâletten, Barla’ya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa namında bir genç, benden ilmihale ait, abdest ve namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymettar hizmeti (Haşiye) güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin