Bak girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine,
şehrayin-i Rahman, gürültühane-i insan.
Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız meşiet-i Rahman’dır.
Vekil-i delilimiz, nazenin gözlerimiz.
Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık.
Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
Garib, yetim olmuştuk, düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi.
Şimdi nur-u iman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,
istinadî noktamız, hem himayetkârımız def’eder düşmanları.
O iman-ı billâh’dır ki, ziya-yı ruhumuz,
hem nur-u hayatımız, hem de revh-u ruhumuz.
İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz.
Evvelki yolumuzda, vaktâ vicdana girdik;
işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve avaz. Ondan belâya düştük.
Zira âmal, arzular, istidad ve hissiyat, daim ebedi ister.
Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fîzar u niyaz.
Fakat elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad ki
daim hayat verir o istidad, âmale. Tâ ebedü’l-âbâda onları eder pervaz.
Onlara yol gösterir. O noktadan istidad hem istimdad ediyor,
hem âb-ı hayatı içer, hem kemaline koşuyor, o nokta-i istimdad,
o şevk-engiz remz ü naz.
İkinci kutb-u iman ki, tasdik-i haşir’dir, saadet-i ebedî;
o sadefin cevheri iman, bürhanı Kur’an, vicdan-ı insanî bir râz.
Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş.