Yine ondan gelen, dalâletten neşet eden ruhun ızdırabatına,
o edepsizlenmiş edep müsekkin, hem münevvim; hakiki faide vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş; o da romanlarıymış.
Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat!
Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenasühvari,
mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi,
şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş,
hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış,
dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş. Hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder.
Zâhiren der: Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz. Netice-i muzırrayı gösterir.
Halbuki sefahete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki,
ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez.
Kur’an’daki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki,
hakikat-perestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı ilâhî,
bir sıbga-i rahmanî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâniin nurunu telkin eder. Her şeyde ayetini gösterir.
Her ikisi, rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden
gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı
bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez,