namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü, ubudiyeti ise, ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder. Hem o, salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-ı uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güya benî-Âdem’in Hazret-i Âdemden asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. (Haşiye) Bak, hem öyle beka gibi bir hâcet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile, “Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz.” diyorlar. Hem bak! Öyle hazinane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı samedaniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata,