masdarları ve menşeleri, sıfatlardır. Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şüphesiz, son derece mükemmel olan şuunat-ı zatiyeye delâlet eder. Ve kabiliyet-i zatiye, tabir edemediğimiz o mükemmel şuun-u zatîye, bihakkalyakîn, hadsiz derece-i kemalde olan bir zata delâlet eder.
İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zata şehadet ettikleri için, masnuat adedince, bir tek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattir.
Şimdi, ey biçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatin şuâını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?
ON DOKUZUNCU PENCERE
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semavatın ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki, güya celâl ve cemalini ifade etmek için, semavatı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semada dahi olan mevcudata öyle hikmetler ve manalar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i semayı berkler, şimşekler, ra’dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını