kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, manen de en evveldir. Halbuki, zat-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.
ÜÇÜNCÜ MÜŞKİLİN: O kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli insanlar istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.
Evet, âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlûkatının netaic-i amelleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hatta, hasenat Cennetin meyveleri suretine, seyyiat ise Cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pek çok rivayatın şehadetiyle ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîmin iktizasıyla beraber, Kur’an-ı Hakîmin işaratı gösteriyor.
Evet, zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pek çok fevkinde ecnas-ı mahlûkat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir, daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri, elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki, o küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve sâfi ve her biri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki, o âlemlerden birisi de Sidretü’l-Münteha*daki