verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zattır.
İşte, böyle bir zat ki, اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı onun manevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i ilâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zat, elbette mirac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehaya, arşa ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
İKİNCİ MÜŞKİL: Ey makam-ı istimadaki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır-illâ nur-u imanla görünür. Fakat bazı temsilât ile o hakikatin vücudu fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.
İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azim bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anâsır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîmdir. Öyle ise, mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını câmi olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.