Elhasıl: Esîrden yapılmış, elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalât-ı lâtifenin medarı olmuş ve hadiste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ işaretiyle seyyarat ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen “Mecerretü’s-Sema” ’dan, tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i arzdan tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i ahirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.
Hem hatıra gelir ki, ey mülhid, sen dersin: “Bin müşkilâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat eder, gider, gelir?”
Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u rabbanî ile, mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahman’a çıkaramaz mı?
Yine hatıra gelir ki, diyorsun: “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter?”
Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyat-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temaşa ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş. Elbette,