beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve ahirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşfü’l-kuburun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sadıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için, hads-i kalbînin ve iz’an-ı aklînin pek çok menbalarından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.
Mukaddime:
Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde isbat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemal, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemal-i sanat, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder. İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbad yolunda o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, baki kalacaktır.
Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde isbat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekaya mazhardırlar. Hatta, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünkü sureti hadsiz hafızalarda baki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin