kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?”
Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î isbat edilmiştir ki, dünyanın ahirete bakan yüzüyle, esma-i ilâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı ahiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i ilâhiyenin ayinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fani yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.
Üçüncü Sual: “Tarikatlar hakikatlerin yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-i Nakşibendî hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları, esasını böyle tarif etmişler, demişler ki:
دَرْ طَرٖيقِ نَقْشِبَنْدٖى لَازِمْ اٰمَدْ چَارْ تَرْكْ : تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبٰى تَرْكِ هَسْتٖى تَرْكِ تَرْكْ
Yani, ‘Tarik-i Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.’ Demek hakiki marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i mâsiva ile olur.”
Elcevap: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zatına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefs gibi, pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letaifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız