zulmet-i cehl ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’an’ın lisan-ı ulvîsinden,
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ
gibi ayetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ،... يُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem, o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat, تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ sayhasıyla, işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma, birer nur-u hakikat-eda ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekaikıni göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’an’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette her bir ayetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva-ı i’cazı içinde bu nev’i i’cazını zevk edemezsin. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek derece-i i’cazına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farz edelim ki,