Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu ayetler tek başıyla bir mucizedir.” sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’aniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, çok hakaik-ı gâmızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir; öyle de, تَنَزُّلَاتٌ اِلٰهِيَّةٌ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslubunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esâlib-i Kur’aniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişmediği hakaik-ı gâmıza-i ilâhiye ve esrar-ı rabbaniyeyi müteşabihat suretinde, bir kısım teşbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ, اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى bir temsil ile, rububiyet-i ilâhiyeyi saltanat misalinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-i hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.
Evet, Kur’an, bu kâinat Hâlik-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp; tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını ortaya saçmış