Meselâ, Sure-i قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجٖيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat’î bir surette kanaat verir. İşte bak; kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek, “Bu acibdir, olamaz.” demelerine cevaben, اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ (ilâ ahir) كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ ’a kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor; kalbe, hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor.
Hem, makam-ı isbatın en lâtif misallerinden,
يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ۞ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ der. Yani, “Hikmetli Kur’an’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tazim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: “Sen resulsün; çünkü, senin elinde Kur’an var. Kur’an ise, haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i’caz var.”
Hem, makam-ı isbatın îcazlı ve i’cazlı misallerinden şu,
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ ۞ قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen, de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese,