O da ona mukabil مَا شَاءَ اللَّهُ diyerek takdir ile, بارَكَ اللَّهُ diyerek tahsin ile سُبْحَانَ اللَّهِ diyerek hayret ile, اَللّٰهُ اَكْبَرْ diyerek istihsan ile mukabele eder.
Sonra görüyor ki, bir Vahid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hatemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfak-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor. Ve rububiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder. İşte, bu çeşit ibâdât ve tefekküratla, hakiki insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir; imanın yümnü ile, emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyariyle esfel-i sâfilin tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, ahirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve ahirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.
Birinci levha, ehl-i dalâlet gibi fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle, eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.
İkinci levha, ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.