Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini arz ve sema yapraklarını mütalâa edip, hayretkârane tefekkürdür. Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif sanatları istihsankârane temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemalinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemalinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci vecih, huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer.
Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi sanatının mucizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahim rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da, ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle, kendini Ona sevdirir.
Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da, ona mukabil, fiiliyle, haliyle, kaaliyle, hatta elinden gelse bütün hasseleriyle, cihazatıyla şükür ve hamd ü sena eder.
Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudatın ayinelerinde kibriya ve kemalini ve celâl ve cemalini izhar edip, nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, سُبْـحَانَ اللهِ , اَللّٰهُ اَكْبَرْ deyip mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.
Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde, nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, tazim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.
Sonra görüyor ki o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika sanatlarını orada teşhir ediyor.