نَفْسْ مٖيخٰواهَدْ دَرْ اٖينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقٖى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازٖى
Nefs ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rû-yi zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i baki aradı. “Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın!” manasını aldı.
عَقْلْ مٖيبٖينَدْ اَزٖينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازٖى
Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan; ve demdeme-i nebat ve havadan gayet mânidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli tesbih ettiğini anlıyor.
اٰرْزُو مٖيدَارَدْ هَوَا اَزٖينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازٖى
Hevâ-i nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecaziyi ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecaziyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.
خَيَالْ بٖينَدْ اَزٖينْ اَشْجَارْ مَلَائِكْ رَا جَسَدْ اٰمَدْ سَمَاوٖى بَاهَزَارَانْ نَىْ
Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel melâikeleri içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları, cesed olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadasıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara, onları giydirmiş ki; o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârane mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.
اَزٖينْ نَيْهَا شُنٖيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikiden geliyor gibi sâfi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyât-ı firakı işitmiyor. Belki, Zat-ı Hayy-ı Kayyuma