Saniyen: Meselâ: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Bir padişahın çok isimleri içinde “kumandan” ismi çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’î kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı âzamına şu cüz’î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzım gelir. Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve –eğer o padişah, evliya-i abdaliyeden nuranî olsa– bizzat huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mâni olup, hâil olamaz. Halbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hâil, binler hicaplar fâsıldır. Fakat bazen merhamet eder, hilâf-ı âdet; bir neferi huzuruna alır, lütfuna mazhar eder. Öyle de, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ’e malik; güneşler ve yıldızlar, emirber nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelâl, her şeye her şeyden daha ziyade yakın olduğu halde, her şey Ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip tâ ism-i âzamına mazhar olan arş-ı âzamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Meselâ: Sen, Ona “Hâlik” ismiyle yanaşmak istersen; senin Hâlikın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlikı cihetiyle, sonra bütün zîyahatların Hâlikı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın Hâlikı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zıllde kalırsın, yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.