demişler. وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى (Temsilde kusur yok) esma ve sıfat-ı ilâhiyeyi, şuun ve ef’al-i rabbaniyeyi bir şecere-i tuba-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-i mütenahî feza-i ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهٖ
فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى
هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُمْ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ
hududundan tut, tâ
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ
وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ
hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gâyât ve meyveleriyle o kadar tenasüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-i esma ve sıfatı ve şuun ve ef’ali beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı سبحان الله deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek, tasdik ediyorlar.
Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azimenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o