anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını defedecek yalnız o zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlik-ı semavat ve arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek? Ve bizim için istikbali, ahiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvacından kurtaracak-hâşâ- Zât-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr olamaz.
Madem hakikat-i hâl böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münacatın neticesinde hûtu ona bir merkûb, bir tahtelbahir ve denizi bir güzel sahra ve gece, mehtaplı bir lâtif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla, لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ demeliyiz.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celb etmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın.