Bir müddet aradan geçti. Yeni kalbine geldiği hakaikten on iki telifatını din namına tab’ ettirdi ve toplanan yedi yüz kadar banknotları o telifatların masraf-ı tab’iyesine verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere diğerlerini meccanen etrafa dağıttırdı. Ne için sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:
— “Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir, fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.”
Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’deki hizmeti hep böyle teşebbüs-i şahsî ile idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Zannımca kari’ler de bunu biliyorlar ki, müşarün-ileyh kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı Dârü’l-Hikmet’i kendine âlet ettiremedi ve o yanlış fetvaya karşı dayandı, reddetti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit o cereyanı kırmak için küçük bir eserini neşr ediyordu. Hattâ Anadolu’dan istediler. Gitmedi. Demişti:
— “Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum, siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum.”
Başka kitabları yanında bulundurmaz. Ona derdik:
— "Ne için başka kitablara bakmıyorsun?”
Derdi:
— "Her şeyden zihnimi tecrid ile Kur’an’dan fehm ediyorum.”
Nakl etse bazı mühim gördüğü mesaili yine tagayyürsüz kendi âsârından alır tekrar ederdi. Derdik:
— “Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun?”
Derdi:
— “Hakikat usandırmaz libası değiştirmek istemem.”
Kendisine derdik:
— “Neden en ulvî hakaik-i diniyeyle beraber bazı mesail-i siyasiyeyi de kitablarında derc ediyorsun?”